Toplumumuzun hayatiyetini sürdürebilmesi, inanç değerlerimize bağlı olarak sağlam dinamikler üzerinde gelişen temel unsurların varlığına bağlıdır. İnanç değerleri, toplumun temel dinamiklerinin başında gelir. Bizim toplumumuzun hayat damarları bu değerlerdir. Her devirde bu değerler, milletimizin büyük hassasiyet ve itinası ile varlığını muhafaza etmiş, aynı sıcaklık ve samimiyetle sonraki nesillere emanet edilmiştir. Şimdiki nesile de miras değil, sonraki nesillere aktarılmak üzere emanettir. Bu emanet aynı sıcaklıkla ve aynı heyecanla, muhtevasından ve ruhundan hiçbir şey kaybetmeden kendinden sonraki nesillere aktarılmalıdır. İhmale gelmez. Mesela; inancımız, imanımız, istiklâlimiz, hürriyetimiz, birliğimiz, dirliğimiz, huzurumuz, bütünlüğümüz, geleneklerimiz, örfümüz, ahlakî değerlerimiz, bütün moral değerlerimiz, velhasıl toplumumuzun varlığı ile aynîleşmiş bütün toplum yapı unsurlarımız, bizim sahip olduğumuz hayat dinamiklerimizdir. Bunlar varsa varız; her hangi birisinin yokluğu, oluşmuş bir yaradır. Tedavisi ihmale gelmez.
Küçük bir ihmal büyük yaraların oluşma sebebidir. Her yara mutlaka tedavi gerektirir. Tedaviler, zaman, insan canı ve emeği, masraf ve daha nice hayat mücadelesi demektir. Kaldı ki millet hayatının söz konusu olduğu durumlarda oluşan yaralar kangren gibi tedavisi varlık ya da yoklukla ölçülür. Millet hayatı için yaranın küçüklüğü, büyüklüğü, şekli-şemali, tedavi edilebilirliği, ne şekilde oluştuğu düşünülemez. Hiçbir kayd-u şarta bakılmadan mutlaka tedavi edilmelidir.
Bu Ramazan ve her zaman üzerinde titreyeceğimiz toplum değerlerimiz var. Milletimizin adıyla bütünleşmiş yardımlaşma duygumuzu, diğerkâm oluşumuzu; paylaşma, vefa, isar (başkalarını kendine tercih etme) gibi hasletlerimizi, hamiyetperverliğimizi nasıl ihmal ederiz? Bunlar gibi daha nice yapı taşlarımızı kaybetmeyi göze alabilir miyiz? Bizler vefakâr neslin torunlarıyız. Dedelerimiz kendi içinde aç bırakmamış; dünyaya vefa etmiş, hatta önce başkalarının imdadına ulaşmış. Mekke ve Medine’nin fakir, aç ve bîçare insanlarının imdadına koşması; bunu gelenek haline getirerek, her yıl birçok devletin bütçesi büyüklüğünde Anadolu yardımını o mübarek topraklara ulaştırması bize öğüt olarak yetmez mi? Osmanlı Devletinin imdat diyen herkesin sesine kulak vererek, hem de inancına ve itikadına bakmadan, hakkın ve adaletin olduğuna inandığı her yere yardım kolunu uzatması bize bir vasiyet, bir prensip olarak yetmez mi?
Kaldı ki günümüzde memleketimizde kendi insanımızın nice ızdırapları var. El ele vererek merhem olacağımız, deva bulacağımız nice insanî hallerimiz var. Kimsesizlerimiz, yetimlerimiz, yaşlılarımız, yardıma muhtaçlarımız, çeşitli sebeplerle gözyaşları kurumayanlarımız, her hali ile medet uman nice çaresizlerimiz var. Onlara el uzatmamız, bir yardım eli olmamız; kurumayan gözlere mendil, feri yok olmuş gözlere umut, kararmış yüzlere bir nebzecik de olsa tebessüm, sıcak bir kucak, emin bir sığınak, bir dayanak, kimsesizlere kimse olmak için kolları sıvamamız gerek. Hem de hemen; bu Ramazan. İmkânlarımız ne olursa olsun; karınca misali bizim de yapabileceğimiz bir şeylerimiz var. Unutmayalım biz birlikte varız. Ayrı kalmak yokluk alametidir. Ağız içinde dil ile diş bir arada, et ile kemik iç içe, diken ile gül birlikte, toprak ile su birbirine muhtaç, nasıl görmezden gelebiliriz? Biz yaşlısı ile genci, fakir ile zengini, muhtaç ile varlıklısı hep birlikteyiz. Birbirimizi görmezlikten gelemeyiz. Böylece mutluyuz. Diğerini yok sayarak mutlu olamayız.
Bütün bunlar toplum değerlerimiz. Bunlardır bizim hayat damarlarımız. Bu hasletlerimiz olmadan biz biz değiliz. Kendimiz yaşamalıyız, yaşatmalıyız, gelecek nesillere aynı sıcaklık ve aynı heyecan ile aktarmalıyız.
Unutmayalım: BU RAMAZAN VE HER ZAMAN ŞÜKREDEBİLİYOR MUYUZ?